Word dokümanından değil ekteki PDF üzerinden çizimlere uygun şekilde okumanızı rica ediyoruz.
1. HİKÂYE: HARRAN OVASI’NDA BİR GÜL
Anadolu’nun güneydoğusunda Tektek Dağları arasında saklanmış küçücük bir köy Gül’ün köyü. Köyleri on beş haneli. Gül ailenin tek çocuğu. Şanlıurfa’da Tektek Dağları’nda tek çocuklu olan sadece onun ailesi. Gül gibi orada doğmuş olsaydınız tüm dünyanın bu dağlarla sınırlı olduğunu düşünebilirdiniz.
Gül de öyle düşünürdü. Ta ki bir yaz günü, kavurucu sıcakta Harran Ovası’na pamuk toplamaya gidinceye kadar. Pamuk tarlasına geldiği günü dün gibi hatırlıyordu. Tüm köy, çoluk çocuk o gün pamuk tarlasına gelmişlerdi. Henüz beş yaşında olmasına rağmen gördüğü manzarayı unutamıyordu. Gökteki bulutlar yeryüzüne inmişti sanki. Şaşkınlığını gören babası, Gül’e göz kırparak “İşte bulut tarlası.” demişti, Gül’ün aklını okurcasına.
Ertesi gün, babası gün doğmadan onu uyandırmaya gelmiş “Yeryüzündeki bulutları toplamaya hazır mısın?” demişti. Gül gözlerini zorlukla açmış, babasına yarı uykulu bakarak kafasını “Evet.” anlamında sallamıştı.
Beş yaşındaki Gül de annesi ile tarlaya doğru yürüdü. Küçük elleri pamuk toplamak için sabırsızlanıyordu. Babası ise ağır çuvalları kamyona taşımaya hazırlanıyordu. Gün boyunca güneş tepede yükseldikçe hava ısınmaya devam etti. Gül ve annesi, pamuk tarlalarında eğile doğrula çuvalları pamuklarla doldurmaya çalışıyordu. Gül, küçük yaşına rağmen oldukça çevikti. Bu çevikliğine bazen küçük bir diken ya da kavurucu güneş engel olabiliyordu.
- Ay anne, parmağıma diken battı!
- Gel bakalım, şöyle kucağıma otur. Üzülme şimdi hemen çıkarırım. Daha dikkatli olmalısın, tarlada çok diken var.
- Güneş de çok yakıyor anne. Gözlerimi kamaştırıyor.
- Şapkanı tak, güneşten korunursun. Bu sıcakta pamuk toplamak zor biliyorum ama pes etmemelisin.
- Neden bu kadar pamuk toplamamız gerekiyor anne?
- Pamuk çok değerli bir ürün, Gül’üm. Bu pamuklardan güzel giysiler, çarşaflar ve havlular yapılacak.
- Ben de bu pamuklardan yapılmış bir elbise giyecek miyim?
- Tabii ki! En güzelinden bir elbise dikeceğim sana.
- Yaşasın!
- Bu pamuklar sadece elbise yapmak için değil, birçok farklı şey yapmak için de kullanılıyor. Emeğini harcadığın her pamuk topu, birinin hayatını güzelleştirecek bir şeye dönüşecek. Biz de elde ettiğimiz gelirle kışı geçireceğiz.
- Pamuk toplamak önemli bir işmiş o zaman!
Gül, yaptığı işin önemini kavradığında sanki içinde bir kıvılcım çakmıştı. İşine dört elle sarıldı ve her zamankinden daha motive olmuş bir şekilde çalışmaya devam etti.
O sırada, ağır çuvalları tek tek kamyona taşıyan babasına gözleri takıldı. Babasının yüzündeki yorgunluk ve alnındaki ter damlaları, onun kendisinden de fazla zorlandığının kanıtıydı.
Başkalarının hayatını güzelleştirmek sandığı kadar kolay bir iş değildi. Bir akşam babası kazandıkları parayı annesine uzatırken “Bu kadar emeğin karşılığında bunu mu verdiler, bey?” demişti annesi. Konuştuklarını Gül’ün duyduğunu görünce de susmuştu. Babasının ve annesinin her gün yorulmak bilmeden çalışmasına rağmen emeklerinin karşılığını alamadıklarını öğrenmek Gül’ün kalbini kırmıştı.
Ağustos ayından ekim ayına kadar Gül ve ailesi bıkmadan usanmadan pamuk topladılar. Her akşam tüm yorgunluklarına rağmen Gül, anne ve babasına hayallerinden oluşan hikâyeler anlatıyordu. Bir gün, bir mucit olup anne ve babasının yorulmaması için pamuk toplayan bir robot icat ediyor; başka bir gün doktor olup ellerinde, yüzlerinde güneş yanığı olan köylüleri iyileştiriyordu. Her hikâyenin sonunda babası, annesine “Bu kız büyük işler başaracak hanım.” diyordu içten bir gülümsemeyle.
O yaz, Gül köydeki diğer çocukların aksine son kez pamuk toplamaya gitti. Diğer köylülerden farklı olarak babası, kızının okula gitmesini çok istiyordu. Oysa köylerindeki çocuklar ailelerinin geçimini sağlamak için eğitim almak yerine kışın hayvan güder, yazın pamuk tarlalarında çalışırlardı. Pamuk tarlasından döndüklerinde ise okullar çoktan açılmış olurdu.
Gül’ün babasının, kızını okutma kararı köyde büyük bir yankı uyandırmıştı. Köylüler, bu köydeki insanların eğitime ayrılacak zamanlarının olmadığını söyleyerek Gül’ün pamuk tarlasında çalışması gerektiğini savundular. "Gül’ün yeri tarlada!” diyenler olduğu gibi "Okumak kızlara yakışmaz!” diyenler de vardı.
Gül’ün babası kararlıydı. Kızının okuması gerektiğine inanıyordu. Ancak köylerinde kızını göndereceği bir okul yoktu. En yakın okul ise üç köy uzaktaydı.
Gül’ün babası umutsuzluğa pabuç bırakacak biri değildi. Aklına koyduğunu yapardı. Bir gün, bu köye giderek okul müdürüyle görüştü ve Gül’ü okula kaydettirdi.
O yıl, her sabah güneş doğmadan kalkıp Gül’ü at arabasına bindirerek yağmur çamur demeden köy okuluna götürdü. Yolculuk uzun ve yorucu olsa da Gül hâlinden hiç şikâyetçi değildi.
Okula gitmek Gül için sadece bilgi edinmek değil, aynı zamanda farklı dünyaları keşfetmek anlamına da geliyordu. Yıllar geçiyor, Gül her dersten yeni şeyler öğrenerek hayal gücünü geliştiriyordu.
Gül’ün babası, kızının eğitimine çok önem veriyordu. Gül için dişinden tırnağından artırdığıyla kitaplar alıyordu. Gül ise her akşam babası ve annesine dünyanın başka başka yerlerine ait hikâyeler okuyordu.
Gül, artık yazları anneannesiyle kalıp pamuk toplamaya gitmese de kışın koyunları güdüp süt sağmak için anne ve babasına yardım ediyordu.
Gül daha büyük okullara gittikçe ailesi de eğitim masraflarını karşılamakta zorlanmaya başladı. Gül, köy okulunu birincilikle bitirince babası şehir merkezindeki yatılı liseye başvurmuştu. Gül’ün masrafları artıyordu. Kitap, kıyafet, kırtasiye, cep harçlığı derken anne ve babasının geliri bu masrafları karşılamaya yetmiyordu.
Gül’ün anne ve babası, kızlarının eğitimini aksatmamak için her türlü işi yapmaya başladılar. Babası komşuların tarlalarında çalışıyor, inşaatlarda amelelik yapıyordu. Annesi de ev işlerinin yanı sıra komşulara dikiş dikip örgü örerek aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışıyordu.
Fakat Gül’ün eğitim masraflarını karşılamak için canını dişine takan anne ve babasının yaptığı fedakârlıklar yeterli olmuyordu. Ne yaparlarsa yapsınlar eksik bir türlü kapanmıyordu.
Ailenin yardımına köyün muhtarı yetişti. Gül, başarılarıyla köy halkının gururu olmuş ve onun okumasına tepki gösterenlerin düşüncelerini değiştirmişti. Onun azmini ve ailesinin çabasını gören muhtar, köylülere “Evet ahali, kızımız bugüne dişiyle tırnağıyla geldi. Biz sadece izledik. Şimdi elimizi taşın altına koyma vakti biz de kızımızı hem cesaretlendirmeli hem de maddi anlamda desteklemeliyiz. Size, bu hafta pazarda elde edilen gelirin bir kısmını toplayarak Gül’ün okul ihtiyaçlarını karşılamayı teklif ediyorum.” Kısa süren sessizliğin ardından gelen alkışlar herkesin bu işe gönüllü olduğunu kanıtlıyordu. Köylüler Gül’ün eğitimine devam etmesi için ellerinden geleni yapacaklardı.
Ailesinin ve Gül’ün verdiği mücadelenin farkında olan öğretmenleri de ona maddi yardımda bulunmak için çeşitli yollar arıyordu. Kız çocuklarının okumasını destekleyen bir derneğe başvurarak Gül’e burs imkânı sağladılar. Bu sayede Gül’ün eğitim masrafları büyük ölçüde karşılanmış oldu.
Gül, kendisine harcanan emeği ve yapılan yardımları boşa çıkarmadı. Çok çalıştı, çabaladı. Binbir zorlukla mücadele ederek önce liseyi, ardından da üniversiteyi başarıyla bitirdi. Ziraat mühendisi olmuştu. Birçok önemli şirkette çalışarak kendini geliştirdi. Özellikle pamuk bitkisi üzerine çalışmalar yaptı.
Son çalıştığı şirket, sürdürülebilir pamuk üretiminin ancak işçi haklarını korumakla mümkün olduğunu düşünüyordu. Gül, çok iyi bildiği ve tecrübe ettiği bu konuya liderlik etmek istediğini söyleyince şirket ondan bu konuda bir rapor hazırlamasını istedi. Gül, pamuk işçilerinin yaşadığı sıkıntıları ve bunların çözümlerini üç madde hâlinde hazırladığı rapor ile yetkililere sundu:
Gül, beş yaşında pamuk işçisi olarak Harran Ovası’na gitmiş ve buradan anne babasına anlattığı hikâyeleri gerçekleştirmek için ayrılmıştı. Şimdi ise yüzlerce insanın desteğiyle bir ziraat mühendisi olarak büyüdüğü topraklara geri dönmüştü. Köylülere; getirdiği modern tarım teknikleriyle yüklerinin hafifleyeceğini, döktükleri alın terinin karşılığını alabileceklerini anlattı tek tek. En önemlisi de çocukların okula gidebileceğini.
“Eee…” dedi köyün muhtarı “O zaman köyümüze bir okul gerekecek. Bir Gül yetiştirdik, bilgisiyle hayatlarımızı güzelleştirdi. Daha fazla Güller, Ayşeler, Ahmetler, Mehmetler yetiştireceğiz. El birliği ile biz bunu da başarırız. İlk tuğlayı koymak da Gül kızımıza yakışır. Öyle değil mi dostlar?”
2. HİKÂYE: PİETER BRUEGEL’İN ZAMAN MAKİNESİ
Sizi bilmem ama ben görsel sanatlar dersinin diğer derslerden daha farklı olduğunu düşünürüm hep. Bir kere bilgiyle çok fazla işi yoktur. Kim, nerede, ne zaman sorularının yanıtlarıyla da diğer dersler kadar ilgilenmez. Matematikte olduğu gibi ne keskin doğruları ne de yanlışları vardır. Anlayacağınız bir artı bir, her zaman iki etmez. Sadece özgür düşünmeni, kendi formüllerini kendi kendine ve kendince bulmanı ister senden. Hepsi bu!
Görsel sanatlar öğretmenimiz Aslı Öğretmen, o gün tüm dikkatleri üzerine çekecek bir soru ile derse giriş yapmıştı yine! Tüm sınıfa son derece sakin bir ses tonuyla: “Çocuklar, daha önce hiç zaman makinesine bindiniz mi acaba?” diye sordu.
Hiçbirimiz bu soruya bir anlam veremedi tabi. Tüm sınıf adeta dut yemiş bülbüle dönmüştü. İçimizden biri “Hiç öyle şey olur mu öğretmenim?” diye haykırdı. Aslı öğretmense:
“Elbette olur, hatta bakın şu an elimde bir zaman makinesi duruyor.” diye cevapladı.
O ana kadar öğretmenimizin elinde bir şey tuttuğunu fark etmemiştik bile. Rulo şeklindeki kâğıdı açınca birden kocaman bir resim ortaya çıkıverdi. Resimde kuş sürüsü gibi bir dolu insan vardı; ancak bunun zaman makinesiyle ne ilgisi olduğunu hâlâ çözememiştik.
“İşte size bir zaman makinesi.” dedi Aslı Öğretmen.
“Öğretmenim, bu sadece bir tablo, görünüşe göre de sanırım eski bir zamana ait.” dedim.
“Çok güzel bir tespit Görkem. Eski bir zamana ait olduğunu nereden anladın peki?”
“Giydikleri kıyafetlerden öğretmenim.” dedim.
“Başka?”
“Oturdukları evler ve eşyalardan.” diye ekledi Mehmet.
“Öğretmenim oynadıkları oyuncaklar da günümüzdekilerden çok farklı.” dedi Metin ünlü dedektif Sherlock gibi.
“Oyuncak derken neyi kastettin acaba?”
“O dev gibi çemberleri öğretmenim. Biz artık o tür oyuncaklarla oynamıyoruz ki.”
“Peki, ne tür oyuncaklarınız var?”
“Oyun konsolları, bilgisayar oyunları ve daha çok plastikten yapılan bir dolu oyuncak.”
“Bu resimde gördüğünüz bazı oyunlar, çok eski zamanlardan beri oynanıyor. Halat çekme, takla atma, amuda kalkma, ata binme gibi oyunlar ise çağlar boyu çocukların en sevdiği oyunlarmış. Dikkatlice bakın bakalım. Bu resimde kaç oyun oynandığını ve bu oyunlardan günümüzde de oynananları bulabilecek misiniz acaba?” diye bir soru yöneltti sınıfa.
“Öğretmenim resimde o kadar çok çocuk ve oyun var ki anlamak çok güç. Belki elimizde bir büyüteç olsa işler daha kolay olurdu.” dedi Hande.
“Hepinize dağıtacak kadar büyütecim yok ancak derse gelmeden önce bu resmi büyüterek çoğalttım. Çocukların oyun oynadığı sahneleri ise tek tek kestim. Elimde 7 farklı oyunu gösteren resim olduğundan sizden de 7 gruba ayrılmanızı rica ediyorum.” dedi.
Bunu yapmak çok kolaydı. Hemen gruplara ayrılarak oyunları incelemeye başladık. Yaklaşık beş dakika sonra fikirlerimizi paylaşmaya hazırdık. Grubu adına ilk sözü Batuhan aldı:
“Birdirbir bizim de hâlâ oynadığımız bir oyun. Resme gelince burada eğilerek ayak bileklerinden tutan iki çocuk var. Öndeki çocuk oyunun ebesi. Arkadaki çocuk ise ebenin sırtından atlarken düştüğü için ondan sonra eğilme cezası almış. Diğer çocuklar ise eğilen çocukların sırtından atlıyor. Hangisi düşmeden oyunun sonuna kadar atlamayı başarırsa oyunu o kazanacak.” diye devam etti Batuhan.
Sıra bendeydi:
“Öğretmenim, burada da bizim misket ya da bilye dediğimiz oyunu oynuyorlar. Ellerindekiler de daha çok meşe, palamut gibi ağaçların tohumlarına ya da cevize benziyor. Biz şimdilik bilye diyelim. Soldaki çocuk, bilyeleri gruplayarak yan yana diziyor. Sağdaki çocuklar ise sırayla, dizili bilyelerin üzerine ellerindeki bilyeleri tek tek atıyorlar. En çok bilyeyi vuran, vurduğu bilyeleri de alarak oyunun galibi olacak.” dedim.
Dileklerin grubundaydı sıra:
“Arkadaşlar, bu resimde ise çocuklar topaçlarla oynuyorlar. Bizim de topaçlarımız var ancak resimdekilerden çok farklı. Bu sebeple bu topaçların bizim ipli, çevirmeli veya ışıklı topaçlarımızın ataları olduğuna karar verdik. Sadece topaçlar değil, bu oyunun oynanış şekli de bizimkinden oldukça farklı. Oyuncular, ellerindeki kamçı ile topaçlara vurarak onları döndürmeye çalışıyorlar. Topacını en uzun süre döndürmeyi başaran oyuncu da oyunu kazanıyor olmalı.” dedi Dilek.
Bu kez de sözü Mutlu aldı:
“Bu resimde oyuncular, bizim de sıkça oynadığımız körebe oyununu oynuyorlar. Yüzüne mavi eşarp bağlanan ebe, elini uzatarak arkadaşlarını arıyor. Arkadaşları ise “Körebe! Körebe!” diye bağırarak onu kızdırıyor. Yakalanmalarına az kalmış. Ebe, yakaladığı arkadaşının kim olduğunu doğru tahmin ederse ebe olmaktan kurtulacak.” diye ekledi.
Söz sırası şimdi de Metin’deydi:
“Bu oyunun adı uzuneşek. Üst sınıflardaki abilerimizi uzuneşek oynarken görmüştük. Oyuncular iki gruba ayrıldıktan sonra birinci gruptakiler eğilir, ikinci gruptakiler ise eğilenlerin üzerine atlar. Atlarken yere düşerlerse de bu sefer onlar eğilme cezası alır öğretmenim.”
Sadece son iki grup kalmıştı. İbrahim söz isteyerek:
“Arkadaşlar, bu oyun, bizim aklımıza yürümeye başladığımız dönemlerde çın çın diye ses çıkararak sürdüğümüz tekerlekli çıngırakları hatırlattı. Ama onlar bastonluydu. Bu resimde ise oyuncular, ellerindeki minik sopalarla çemberleri düşürmeden çevirmeye çalışıyor olmalı. Diğer ellerinde ise birer parça ekmek var. Tek ellerini kullanarak çember çevirmek çok yorucu olacak ki diğer elleriyle de ekmek yiyerek kaybettikleri enerjiyi yerine koymaya çalışıyorlar.” dedi gülerek.
Öğretmenimiz, “Bu oyun benim çocukluğumda da yoktu ancak babam çocukluğunda çok oynarmış. Sizin de tahmin ettiğiniz üzere amaç, çemberi küçük bir sopayla ittirerek düşürmeden götürmekmiş. Babam, çemberin bu şekilde çevrilmesinin kolay gözükse de çok beceri isteyen bir iş olduğunu söylemişti. Bu oyunu bir gün hep birlikte deneyimlemeye ne dersiniz?” diye sordu.
“Evettttttt!” diye bağırdık coşkuyla.
Sıra son resimdeydi. Pera söz alarak:
“Öğretmenim bu resimdeki oyuncular galiba beş taş oynuyorlar. Ancak aynı şekle sahip bu kadar taşı nereden bulduklarını, nasıl topladıklarını bir türlü çözemedik.” dedi.
“Çocuklar onlar taş değil aslında, kemik.”
“Ne? Kemik mi?” sesleri yükseldi sınıftan şaşkın yüz ifadeleri eşliğinde.
“Evet, kemik çocuklar. Beş taşa çok benziyor ama bu oyunun ismi aşık oyunu.”
Sınıfta kikirdemeler başlayınca öğretmenimiz:
“Âşık değil, aşık! İsmini keçi, koyun gibi küçükbaş hayvanların aşık kemiklerinden alıyor. Aşık kemiğinin iki yanı farklıdır. Kemiğin dışa bakan tarafına “köpek”, içe bakan tarafına da “venüs” adı verilir. Kemik havaya atılıp yere düştüğü zaman, venüs tarafının üstte kalması çok zordur. Bu nedenle venüs atan oyuncu, oyunu kazanır.” diye açıkladı.
Pera konuşmasına devam etti:
“Evet öğretmenim. Görünüşe bakılırsa resimdeki beyaz önlüklü oyuncu, rakibine hiç fırsat vermiyor. Eteğinde ne kadar da çok aşık biriktirmiş! Görüyor musunuz? Kırmızı elbiseli oyuncunun yerinde olmak istemezdim doğrusu.” diye gülümsedi.
Tüm gruplar söz aldıktan sonra öğretmenimiz tekrar o mâlum soruyu sordu:
Çocuklar, daha önce hiç zaman makinesine bindiniz mi acaba?”
“Bugün bindik öğretmenim!” diye hep bir ağızdan cevap verdi sınıf.
“Evet, bugün sizlerle Pieter Bruegel’in çizdiği “Çocuk Oyunları” adlı eserini inceledik. Bu resim, 1506 yılında yapılmış. Yani günümüzden yaklaşık 500 yıl önce. O dönemde ne fotoğraf makinesi ne de kamera olmadığı için ressamlar eserleriyle insanlara her detayı göstermeye gayret ederlerdi. Bakın, siz de bu sayede o dönemin oyunları, kıyafetleri ve daha birçok konu hakkında tespitler yaparak eski oyunlar ile kendi oynadığınız oyunlar arasında bir köprü kurmuş oldunuz. Sessiz bir tablodan bir film yarattınız âdeta. İşte sanat, tarihe tanıklık ettiği için her zaman ölümsüzdür. Uzun lafın kısası, ne zaman geçmişin gerçeğine ışınlanmak isterseniz Pieter Bruegel ve bunun gibi nice ressamların çizdiği birbirinden ilginç ve özel zaman makineleriyle tarihin tozlu sayfalarında heyecan verici yolculuklara çıkabilirsiniz.”
Sizce de Aslı Öğretmen şiir gibi konuşmuyor mu arkadaşlar?
3. HİKÂYE: İKİ BOYUTLU NAVİGASYON
Bugün başıma gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmemiştir. Anlattığımda bana hak vereceksiniz.
Deprem yönetmeliğine uygun bulunmadığı için okulumuz bir süreliğine kapatıldı. Gerekli güçlendirmeler yapıldığında yeniden okulumuza dönebilirmişiz. Peki, bu sırada biz ne mi yapacağız? Elbette bize de okullar tatil. Şaka şaka! Eğitimin her koşulda devam etmesi gerektiği için bizi de yeni yapılan başka bir okula misafir öğrenci olarak taşıdılar. Okulu öğleden sonra eski sahipleri, öğleden önce ise biz kullanıyoruz. Bugün de yeni okulumuzdaki ilk günüm. Oldukça heyecanlıyım. Okul kampüsü, diğer okulumun yaklaşık dört katı büyüklüğünde. Sınıfımı ise sadece kayıt olduğum gün görme şansım oldu.
İlk günümde sabah sabah ne olsa beğenirsiniz? Saatin alarmı çalmayınca ailece uyuyakalmışız. Pek tabii servisi kaçırdım. En azından ikinci derse yetişebilmeyi umarak apar topar evden çıktık. Annem işine geç kaldığından beni okulun güvenlik görevlisine teslim ederek arkasına bile bakmadan okuldan ayrıldı.
Sudan çıkmış balık gibi etrafıma bakındığımı gören güvenlik görevlisi “Hoş geldin. Ben Sinem. Dilersen seni sınıfına götürebilirim.” dedi. Hafızama çok güveniyordum. “Hoş bulduk Sinem abla. Sınıfımın yerini biliyorum, çok teşekkürler.” diyerek okul binasına doğru yürümeye başladım. Bahçe o kadar büyüktü ki hangi yöne gideceğimi bilemedim. Etrafa bir göz attım. Dikkatimi az ilerideki tabelalar çekti. “Okul Binası” yazan tabelanın yönünü takip ederek yolun sonuna vardım. Etrafa bakındığımda hiçbir yer gözüme tanıdık gelmemişti. Ortaokul binasına girdiğimi anlamam uzun sürmedi tabi. Yolda ilkokul binasına nasıl gideceğimi kara kara düşünürken aniden bir alarm sesi ile irkildim.
Alarm susunca tüm sınıf kapıları adeta teker teker üzerime açıldı. Öğrenciler sırayla, koşar adımlarla ama koşturmadan, birbirine çarpmamaya özen gösteren trenler gibi okulun farklı kapılarını kullanarak bir bir bahçeye çıkıyorlardı. Ben de onların arkasından hemen bahçeye çıktım. Her öğretmenin elinde kendi sınıfına ait bir liste vardı. Öğretmenler, listedeki isimleri tek tek okuyup öğrencilerin binayı terk edip etmediklerini hızlıca kontrol ettiler. Okul binası başarılı bir şekilde boşaltılmıştı. O sırada ben de öğretmenimi ve sınıf arkadaşlarımı bulmuştum.
Okul müdürü, “Çocuklar, alarmın çalmasıyla organize olmanız, sakin kalmaya çalışmanız ve binayı hızlıca boşaltarak toplanma yerine ulaşmanız hepimizi çok gururlandırdı. Ayrıca gerçek bir acil durumda yapılması gerekenlere hazır olduğunuzu da bize gösterdiniz, hepinize teşekkürler.” diyerek kısa bir değerlendirme yaptı.
Sınıfa döndüğümüzde tatbikat öncesi yaşadıklarımı öğretmenimle paylaştım. Öğretmenim:
“Bu okulda ilk günün, kaybolman çok normal; ancak yeni okulumuzun bölümlerini de hepimizin hızlıca öğrenmesi gerekiyor. Sabah yaşadığın sorunu hiçbir arkadaşının yaşamasını istemem. Elbette kendimin ve öğretmen arkadaşlarımın da yaşamasını istemem.” dedi gülümseyerek. Ardından sınıfa döndü:
- Çocuklar biliyorsunuz ki yeni okulumuz, eski okulumuzdan oldukça büyük. Gideceğimiz yeri kolaylıkla bulmak için okulumuzun krokisini çizmek faydalı olacaktır.
- Kroki nedir öğretmenim?
- Herhangi bir yeri basit ve anlaşılır şekilde tarif etmeye yarayan kuşbakışı çizimlerdir. Bu tür çizimleri inceleyerek okulda sınıfımızın, spor salonumuzun, yemekhanemizin ve kütüphanemizin yerini rahatlıkla bulabiliriz.
- Aradığımız bir adresi bulabilmek için de krokiden yararlanabilir miyiz?
- Elbette bulabiliriz. Hatta okulumuzun çevresini, mahallemizi veya yaşadığımız şehri de yine çizilen krokileri inceleyerek daha yakından tanıyabiliriz.
- Peki, öğretmenim bu kadar büyük yerleri çizecek kâğıdı nereden bulacağız?
- Krokiler gerçek uzunluklara göre çizilmediğinden o kadar büyük kâğıtlara da ihtiyaç olmuyor aslında. Yani, krokileri göz kararı çizebilirsiniz.
- Binaları çizmek için cetvel kullanabilir miyiz peki?
- Çevremizdeki binaları ve alanları gerçeğine uygun şekilde çizmeniz gerekmez. Örneğin mahallenizdeki çocuk parkını çizerken onun kuşbakışı nasıl göründüğünü düşünmelisiniz. Yukarıdan baktığınızda parkın kapladığı alan dikdörtgene benziyorsa onu kâğıt üzerinde basit bir dikdörtgen çizerek gösterebilirsiniz. Krokilerde genellikle dikdörtgen, kare, daire ve üçgen gibi çizimi kolay şekiller kullanılır. Çizimi yapılacak yerde görülen her şeyi çizmeniz de beklenmez; Şımarık’ın kulübesini mesela. Kulübe, okul bahçesine hem sonradan eklenmiş hem de başka yerlere de taşınabilir. Krokide sadece önemli noktalar çizilerek adları yazılır. Krokinin bir köşesine de istenirse bir yön yıldızı eklenebilir.
Hemen işe koyulduk ve okul krokisinde yer alması gereken alanlara ve binalara karar vererek isimlerini bir bir tahtaya yazdık. Artık krokimizi oluşturabilirdik. Tahtaya yazdığımız yerlerin kuşbakışı görüntülerini düşünerek çizeceğimiz yerlere uygun farklı boyutlarda dikdörtgenler, daireler, kareler ve üçgenler kestik. Sıra gelmişti boş kâğıdın üzerine bu şekilleri yerleştirmeye.
İşe okulun giriş kapısında olduğumuzu hayal ederek başladık. Girişin sol tarafında sırasıyla spor salonu, ortaokul binası ve ilkokul binası bulunuyordu. Bu binaları göstermek için üç tane dikdörtgen keserek yan yana yapıştırdık. Girişin sağ tarafında ise ormanlık alan, organik bahçe, park ve servis alanı bulunuyordu. Yine kapladıkları alanı, birbirlerine göre konumlarını ve büyüklüklerini düşünerek farklı boyutlarda şekiller kesip yapıştırdık. Böylelikle krokiyi kolayca tamamlamıştık. Öğretmenimiz:
- Aferin çocuklar! Bu kroki hepimizin yeni okulumuza alışma sürecini oldukça kolaylaştıracak. Gelelim ikinci önemli konumuza. Acil çıkışın ne olduğunu bilen var mı acaba?
Gizem, hemen parmak kaldırarak söz istedi:
- Yangın, deprem gibi tehlikeli durumlarda insanların kapalı alanlardan binayı hızlıca terk etmelerini sağlayan çıkıştır öğretmenim. Bir de bu tehlikelerden kaçtığımızda toplanmamız gereken alanlar var.
- Çok doğru Gizem! Acil çıkış, sığınak ve toplanma alanının yerini bilmek, hayati derecede önem taşır çocuklar. Peki, size bir soru daha. Bizim binamızın acil çıkışı nerede, bilen var mı?
Bu soruyu da Melek yanıtladı:
- Hımmm, sanırım koridorun sonunda öğretmenim ama tam emin de değilim.
- Evet Melek, tam da koridorun sonunda.
- Peki deprem sonrası nerede toplanmalıyız çocuklar?
- Kısa bir sessizlikten sonra, öğrencilerden biri, sabah toplandığımız yerde öğretmenim. Çünkü futbol sahasının orada yeşil bir toplanma alanı tabelası görmüştüm ben.
- Evet, aferin sana. Futbol sahası, etrafının boş olması bakımından iyi bir toplanma alanıdır. Peki, sığınağın ne demek olduğunu kim hatırlıyor?
Ali söz hakkı aldı:
- Sığınak savaş, fırtına gibi bize zarar verecek dış etkenlerden korunmamızı sağlayan kapalı bir odadır öğretmenim.
- Doğru cevap Ali. Yeni okulumuzdaki sığınak ise yemekhanenin içindeki merdivenlerin aşağısında. Hadi gelin bu sefer de sınıfımızın olduğu koridorun krokisini oluşturalım. Bu kez kâğıtlardan şekiller kesmeden kalemle çizelim olur mu?
- O zaman başlangıç noktamız okulun girişi değil, ilkokul binasının girişi olacak değil mi?
Ali haklıydı. Bu kez de kendimizi ilkokul binasının girişinde hayal ettik ve tahtaya yeni çizeceğimiz krokide yer alması gereken bölümlerin isimlerini yazdık. Cetvel kullanarak sınıflar için yan yana dizilmiş kareler; öğretmenler odası, tuvalet, revir, yemekhane ve kütüphane içinse dikdörtgenler, üçgenler ve daireler çizdik. Sığınak ve acil çıkış noktalarını da krokide göstermeyi ihmal etmedik. Bu yerlerin önemini vurgulamak için de onları farklı renklere boyadık.
Birlikte tasarladığımız kroki hepimizin içine sinmişti. Öğretmenimiz bizi evlerimize uğurlarken “İyi iş çıkardınız çocuklar. Sayenizde artık hepimizin iki boyutlu bir navigasyonu var. Yeni okulumuzda gönül rahatlığı ile dolaşabiliriz.” dedi.
Her parçasının başka yerlere dağıldığını düşündüğüm yeni okul yapbozumu günün sonunda birleştirmeyi başarmıştım. Peki, ailemle yaşadığım binanın acil çıkışı, toplanma alanı ve sığınağı neredeydi acaba? Bu soruların yanıtlarını da bir an önce bulmalıydım.
Siz de yaşadığınız yerle ilgili bu soruları önce etrafınızdakilere sorup aldığınız yanıtlarla kendi yapbozlarınızı oluşturabilirsiniz. Tabi yine de bu yapbozlara bir gün ihtiyacınız olmaması dileğimle…
4. HİKÂYE: SONU TATLI BİTEN BİR HİKÂYE
Babaannem, Trabzon’dan Ankara’ya yıllar önce gelmesine rağmen köyünü dilinden hiç düşürmezdi. Komşusu ve en yakın dostu Nesibe ile onun ninesinin yaptığı sütlaçtan uzun uzun bahsederdi. “Şu büyük şehirde bir küçücük sütlaç bulamazsın ağzına lâyık. O kadar yer gördüm o kadar yer gezdim; Ayşe ninenin sütlacının tadını hiçbir yerde bulamadım. Ayşe nine inekleri Benekli’den süt sağarken çok zorlanırdı. Biz de her fırsatta onun yardımına koşardık. O da bize teşekkür etmek için öyle bir sütlaç yapardı ki parmaklarımızı yerdik.” diye başlayıp süren hikâyeyi defalarca dinlemişimdir. Babaannem Ayşe nineyi, Nesibe’yi, Benekli’yi hele bir de köyünün meşhur sütlacını ballandıra ballandıra anlatırken siz de sanki o köyde yaşar, o havayı solur ve o sütlacın tadına bakmış kadar olurdunuz. Bir de canınız durduk yere sütlaç çekerdi tabi ki.
Tempolu bir haftanın ardından cuma günü dedem, babaannem ve halam bize yemeğe gelmişti. Yemek sonrası sütlaç yiyorduk. Aradığı tadı yine bulamayan babaannem tam da o bilindik hikâyesini anlatmaya koyulmuştu ki hiç beklenmedik bir şey oldu. Annem:
“E o zaman Hamsiköy’e gidelim de şu dillere destan sütlacı bir de yerinde tadalım. Böylece hem meşhur Nesibe teyze ile tanışmış olur hem de Trabzon’u da gezmiş oluruz.” dedi. Hepimizin birden gözleri parladı.
“Harikasın anne. Bir taşla üç kuş vuracağız desene. Yalnız bir sorun var. Bu kadar kişi o uzun yolculuğa nasıl gideceğiz?” diye sordum.
“Bir karavan kiralamaya ne dersiniz? Yollarda dura dura, doğanın tadını çıkara çıkara şu koşturmacalı hayatlarımıza kısa bir mola verebiliriz.” dedi babam. “Karavan mııı, yaşasıııın!” diye sevinçle haykırdım.
Ertesi gün Güneş’ten bile erken uyanarak yola koyulduk. Bir karavana ilk kez biniyordum. Karavanımız Pamuk Prenses masalındaki yedi cücelerin evi gibi küçücüktü. Bu yolculuğun hepimiz için çok eğlenceli geçeceğini hissediyordum.
Güneş, gökyüzünde yükselirken devasa binaların somurtuk yüzleri biz gidiyoruz diye daha da somurtuyordu sanki. Yolun iki kenarına dizilmiş devler gibi bizi sessizce uğurladılar. Bu devler ülkesinden mini karavanımızla özlem dolu bir diyara doğru yol alıyorduk. Bir yılan gibi kıvrılan yollar bitmek bilmiyordu. Uzun süren sessizliği, babaannemin köyü ile ilgili anlattığı anıları bir bir dağıtıyordu. Bazen Lazca şarkılar söylüyor, bazen de anlattığı “Temel ile Tirsun” fıkralarıyla bizi gülmekten kırıp geçiriyordu.
Aslında eskiden köyümüzün adı “Hamsiköy” değil “Hamseköy” imiş. “Hamse” Arapça beş anlamına gelirmiş. Köyümüz de beş küçük köyün birleşmesi ile oluştuğundan buraya bu ad verilmiş. Daha sonraları ise adı “Hamsiköy”e dönüşmüş. Bu kadar çok bilgiyi nereden mi biliyordum? Çünkü annem, her zamanki gibi gezi rotamızdaki yerleri önceden araştırma görevini yine bana vermişti.
Trabzon’a yaklaşırken sisler içindeki yolları, yeşilin bin bir tonunun içinde gizli olduğu rengârenk ağaçlar süslüyordu. Ancak geride bıraktığımızı düşündüğümüz o gri devler, burada da önümüze dikilmiş, eskiden yemyeşil olan bölgeleri grilikleri ile çoktan ele geçirmişlerdi. Babaannemin bir süredir sessiz kalması dikkatimi çekmişti. Geçtiğimiz yollar gibi babaannemin gözleri de sisliydi. Çocukluğundaki Trabzon’u tanıyamamıştı. “İnsan elinin değdiği her şey yeşermeli, grileşmemeli.” dedi kendi kendine.
Neyse ki ilk durağımız olan Atatürk Köşkü’ne giderken şehrin gri devlerinden uzaklaşıyorduk. Doğa, bizim gelmemizi dört gözle bekler gibi her yeri o sihirli fırçasıyla yeşile boyamış ve nazik dokunuşlarıyla çiçeklendirmişti.
İlk durağımız Atatürk’ün, 1934 ve 1937 yılları arasında Trabzon’a geldiği zamanlarda kaldığı ve vefatından bir sene önce vasiyetini yazdığı Atatürk Köşkü’ydü. Köşk artık müze olarak kullanılıyordu. Müzede, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıla ait mobilyalar, porselenler, halılar ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan 344 adet eser sergileniyordu. Her bir mobilya dantel gibi işlenmiş; her porselen bir tablo gibi süslenmişti. Atatürk Köşkü - Trabzon - Atatürk Köşkü Yorumları - Tripadvisor
Köşkün bahçesi ve köşkü saran ağaçlar doğaya; köşk ve köşke ait eşyalar ise insanlığa olan hayranlığımızı artırmıştı. Hayran olunacak bir diğer husus ise Ata’mızın vasiyetinde söylediği şu sözlerdi: “Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekle ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti, kendi manevi kişiliğinde olmalıdır. Ben büyük milletime daha neler vermek istiyorum.” Hepimiz duygulanarak köşkten ayrıldık.
Uzun bir yolculuğun ardından kurt gibi acıkmıştık. Şehir merkezinde mola vererek tarihî bir lokantada tereyağlı pilav ve kuru fasulye yedik. Bu yemekleri Ata’mız da çok seviyormuş. Midemiz bayram etmişti. Babaannemin de keyfi tekrar yerine gelmişti. “Bak evlat, insan eliyle yaratılmış bir harika yer daha.” dedi gülümseyerek.
Sıradaki durağımız Sümela Manastırı’ydı. Doğa burada da bizi tüm güzelliği ve misafirperverliği ile konuk ediyordu. Susadığımızda bir ırmağın kenarında durup kana kana suyundan içiyor, çalılıklardan topladığımız yemişleri tatlı niyetine mideye indiriyorduk. Serinlemek içinse şelaleye girdik desem inanır mısınız? Doğanın kendisi, tek başına hayran kalınacak bir açık hava müzesiyken orman içine yapılmış çeşmeler, ırmakların üzerine kurulmuş köprüler de doğaya insanlık tarafından armağan edilmiş birer hediye gibiydi sanki. İnsan yapımı olmalarına rağmen şehirde bıraktığımız gri devlere hiç mi hiç benzemiyorlardı.
Sonunda Sümela Manastırı’na ulaştığımızda gözlerimize inanamadık. Bir dağın üstüne asılmış kocaman bir tabloya benziyordu burası. Sert dağlar, gürül gürül dereler arasında, imkânsız bir yamaca yapılmış, denizden 1150, vadiden 300 metre yüksekteki bu manastır, UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde yer alıyordu.
“Bir beşerî unsur olmasına rağmen doğanın görüntüsünü hiç bozmamıştı. Manastırın mimarisi dağa nasıl da uyum sağlamış.” dedi babam hayranlıkla.
“Baba beşerî unsur nedir?” diye sordum. Bu kavramı daha önce hiç duymamıştım.
“Beşerî unsur, insan aklı ve emeği ile oluşan varlıklardır dedi babam. Ziyaret ettiğimiz köşk, bu manastır, yolculuk ettiğimiz yol, geçtiğimiz köprüler, suyundan içtiğimiz çeşmeler birer beşerî unsurdur. Bir de doğal unsurlar vardır ki onlar da doğada kendiliğinden oluşur. Vadi, nehir, şelale, yayla bunlardan sadece birkaçı. Ne şanslıyız ki Trabzon hem beşerî hem de doğal unsurlarla dopdolu bir şehir.” dedi babam hâlinden memnun bir şekilde. İnsanların doğaya saygı duyarak yarattıkları güzellikler hepimizin aklını başından almıştı.
Dağların ardından ağır ağır batan Güneş, bugünlük gezme süremizin sonuna geldiğimizi sanki bize haber veriyordu. Denizden oldukça yüksek bir noktada olduğumuz için hava oldukça serinlemişti. Dedem, arabanın camlarını kapamasına rağmen çam ağaçlarının keskin kokusunu hâlâ alabiliyordum.
Geceyi Karester Yayla’sında kamp yaparak geçirmeye karar verdik. Burası doğayla iç içe bir yerdi. Harika bir Uzungöl manzaramız vardı. Tek beşerî unsur ise bizim gezgin karavanımızdı.
Ertesi gün Karester Yaylası’ndan aşağı inip Uzungöl’ün tepesindeki bir kafede kuymak, mısır ekmeği ve semaver eşliğinde kahvaltı yapmayı da tabi ki ihmâl etmedik. Semaverin çaydanlığın atası olduğunu da burada öğrendim.
Oradaki göletler ile Uzungöl tarihini özetleyen Uzungöl Dursun Ali Müzesi’ni de gezerek yolumuza devam ettik. Ortamahalle’nin şirin evlerinin önünde fotoğraf çekildikten sonra bir doğa harikası Karaca Mağarası’na da uğradık. Bembeyaz sarkıt ve dikitleriyle âdeta gerçek bir yer altı sarayına benziyordu. Tek kelime ile eşsiz bir doğal unsurdu bu mağara.
Karaca Mağarası ile gezilecek yerler listemizi de böylece tamamlamış olduk.
Güneş bizim gibi yorgun bir şekilde dağların arkasındaki evine dönerken biz de babaannemin köyüne doğru yola koyulduk. Gün batımında Hamsiköy’e ulaşmıştık sonunda. Bir yamacın tepesinde durup bu eşsiz manzarayı izledik. Babam bu anı da ölümsüzleştirmeyi ihmâl etmedi. Bu manzara, aniden aklıma küçükken keyifle izlediğim bir çizgi filmi getirmişti. Alplerde büyükbabasıyla birlikte doğayla iç içe yaşayan bir kız çocuğu vardı ya hani. Heidi! Onun keçileri varsa, babaannemin de biricik Benekli’si vardı.
Köye indiğimizde Nesibe nine kapının önünde tavuklarını yemliyordu. Babaannemi görünce mutluluk gözyaşlarını tutamadı. Birbirlerine hasretle sarılıp kucaklaştılar. Sanki yılların özlemi üzerlerinden akıp gitmişti. Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşurmuş. Çocukluk yıllarında oynadıkları oyunlardan, otlattıkları ineklerden, aldıkları harçlıklardan, Ayşe ninenin sütlacının sırrından konuşmaya başladılar. Uzun bir konuşmanın ardından Nesibe nine birden ayağa kalkarak “Ah, kusuru bakmayın! Sevinçten aklım başımdan gitti. Size sütlaç ikram etmeyi unuttum ben, değil mi?” diyerek koşa koşa içeri gitti.
Sütlaç, hayallerimdekinden bile lezzetliydi. Trabzon’da gördüğümüz tüm bu görsel şöleni bu sütlacın özlemine borçluyduk. İşte bu yüzden, bazı hikâyeler mutlu bir tatlılıkla sona eriyordu doğrusu.
4. HİKÂYE: KARBONU KÜÇÜLT YEŞİLİ BÜYÜT
İlk ders başlamak üzereydi. Defterimizi, kitabımızı hazırlamış öğretmenimizi bekliyorduk. Bir taraftan da dünkü okul çıkışından bu yana görüşmediğimiz o kısa zaman aralığında yaptıklarımızı anlatıyorduk birbirimize. O sırada kapı açıldı. “Öğretmen geldi, öğretmen geldi.” sesleri eşliğinde ayaktakiler de hemen sandalyelerine oturdu. Kapı açılmıştı ama gelen giden yoktu. Bir süre sonra Çınar Öğretmen zorlana zorlana içeri girdi. Şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuş, olan biteni anlamaya çalışıyorduk. Neden mi?
Öğretmenimiz çöplerden oluşan bir kıyafet giymişti. Yanlış duymadınız! Vücudu koca çöp poşetleri, kâğıt atıklar ve pet şişelerle doluydu. Âdeta dev bir çöp adama dönüşmüştü. Elinde ise üzerinde eriyen bir Dünya görselinin olduğu bir pankart vardı. Fabrika bacalarından havaya karışan dumanlar, denize dökülen atıklar, kesilen ağaçlar ve doğaya atılan çöpler bu erimenin başlıca sebebi olarak resmedilmişti.
Bu derin sessizliği öğretmenimizin “Bilin bakalım bugün günlerden ne?” sorusu bozdu. Öğretmenimizin kıyafetinde ve taşıdığı pankartta atıklar vardı. Görünen köy kılavuz istemez. Cevabı bulmanın heyecanıyla “Geri Dönüşüm” diye bağırdım. “Hımmm, güzel bir tahmin ancak ‘Geri Dönüşüm Günü’ diye bir gün henüz yok ama mutlaka olmalı. Ne de olsa dünyamızın en büyük sorunlarından biri de atık sayısındaki artışın yarattığı çevresel sorunlar. Hadi bakalım başka tahminleri de alalım.” deyince düşünmeye devam ettik. “Dünya Günü, Dünya Su Günü, Çevre Koruma Haftası, Orman Haftası” diye arka arkaya sıraladık.
- Aslında dediğiniz tüm özel günlerle alakalı bir gün bugün; ama hiçbirisi değil. Bugün 15 Mayıs İklim Günü. Ben de bugüne dikkat çekmek için okulca geri dönüşüm kutusuna attığımız kâğıt ve pet şişelerden oluşan bu kıyafeti tasarlayıp giyindim. Bu kadar atığı sadece bir günde çıkarmışız üstelik. Bir günde bu kadar atık çıkarıyorsak bir ayda veya bir yılda tükettiğimiz atıkları bir düşünün bakalım. Üstelik bu atıkların üretilirken ve taşınırken doğaya bıraktığı karbon ayak izi de cabası.
Bir yaşıma daha girmiştim. El izini, ayak izini, parmak izini duymuştum ama karbon ayak izi de neyin nesiydi? Dayanamayıp sordum:
- Karbon ayak izi nedir öğretmenim?
- Karbon ayak izi, bir kişinin veya bir kurumun Dünya’ya verdiği zararı ölçen bir terimdir. Bir kişi veya bir kurum ne kadar çok enerji kullanırsa o kadar çok karbon ayak izi oluşturur. Arabayla seyahat etmek, elektrikli aletleri kullanmak veya meyve sebze yetiştirmek için enerji harcarız. Harcanan bu enerji, atmosferde karbondioksit gazının salınımına ve Dünya’nın daha fazla ısınmasına neden olur. Daha düşük bir karbon ayak izine sahip olmak, Dünya’ya daha az zarar vermek anlamına gelir. Bu yüzden karbon ayak izimizi azaltmamız gerekir.
Ön sıralardan gelen bir ses “Karbon ayak izimizi nasıl azaltabiliriz ki?” diye sordu. “Basit!” dedi öğretmenimiz ve devam etti:
- Kısa mesafelere bisikletle veya yürüyerek gitmek, enerji tasarrufu sağlayan aletler kullanmak, atıklarımızı uygun geri dönüşüm kutularına atmak ilk akla gelenler. Bir de hiç bitmeyecekmiş gibi kullandığımız kaynaklar var çocuklar. Su, doğal gaz, ağaçlar, petrol, kömür gibi. Bunları da tasarruflu kullanmalıyız; çünkü bu kaynakların çıkarılması da işlenmesi de çok zahmetli.
- Bunlar doğal enerji kaynakları değil mi öğretmenim? Neden zahmetli?
- Güzel soru Kadir. Her işin başında gelen bu kaynaklar doğal; ancak şu gördüğünüz akıllı tahtayı, bilgisayarı ya da ampulleri çalıştıran elektrik enerjisi. Elektrik enerjisi de Güneş, rüzgâr, jeotermal, biokütle enerjisi, nükleer enerji, termik santraller gibi onlarca farklı yolla üretilir. Örneğin termik santral dediğimiz yerlerde elektrik üretimi için kömür gibi fosil yakıtlar kullanmak gerekir.
- Kömür kullanıldıkça da denize dökülen atık ve havaya salınan zararlı gaz miktarı artıyor, değil mi öğretmenim?
-Evet Besteciğim. Fabrikalarda üretilen her şey için elektrik ve su harcanır. Düşünün, Dünya’da kıyafet, yiyecek, içecek, mobilya, araba ve daha birçok şey üreten milyonlarca fabrika var. Bu sebeple yiyebileceğimizden fazla gıda, giyebileceğimizden fazla elbise ve ayakkabı almak çevreye daha fazla zehirli gaz ile atık bırakmak ve suyu aşırı kullanıp israf etmek demektir.
- İsraf nedir öğretmenim? Sanırım günlük yeni kavram limitimi doldurdum.
- Güzel espri Doğuş. İsraf, tasarrufun düşmanıdır. Kaynakların, ürünlerin, emeğin ve zamanın boş yere harcanmasıdır. Şimdi herkes gözlerini kapatsın bakalım.
Çınar Öğretmen daha söyleyeceklerini bitirmeden; sınıftan “Yaşasın! Yeni bir aktivite.” sesleri yankılandı. Bazıları elleriyle gözlerini kapadı, bazıları da kafasını sırasının üzerine koydu.
- İklim krizini çözmek için projeler geliştiren bir çevre mühendisi olduğunuzu hayal edin. Bu krizi önlemek ve kaynakları tasarruflu kullanmak için yaratıcı ve gerçekçi fikirler bulmanızı istiyorum. Eminim bulduğunuz fikirlerle bir nebze de olsa Dünya’yı kurtaracaksınız.
- Öğretmenim biz daha on yaşındayız. Dünya’yı kurtarmak kim biz kim?
- Merveciğim karbon ayak izini azaltmak için çok masraf yapmanız veya ciddi uğraşlar vermeniz gerekmez. Alışkanlıklarınızdaki küçücük değişiklikler, Dünya için büyük etkiler yaratabilir. Size yarına kadar müsaade. Etraflıca düşünün bakalım neler bulacaksınız.
Serviste yol boyu öğretmenimizin verdiği ödevi düşündüm. Baktığım her yerde karbon ayak izini artıran birçok durumla karşılaştım. Toplu taşıma kullanmak yerine özel aracını kullanmayı seçen sürücüler, poşet poşet yapılan kıyafet alışverişleri, çöp kutularından yerlere saçılan yemekler, dekoratif amaçlı gün boyu yanan lambalar, daha neler neler…
Bu sırada eve de ulaşmıştım. Kapıyı babam açtı. “Hoş geldin” diyerek mutfaktaki işine geri döndü. Kurutulmuş ekmekleri elektrikli mutfak robotu kullanarak öğütüyordu.
- Baba ne yapacaksın bu toza dönüşen ekmeklerle?
- Bayat ekmekleri kullanarak köfte harcı hazırlıyorum.
- Yani karbon ayak izini azaltmaya çalışıyorsun.
- Evet öyle de denilebilir. Sen nereden biliyorsun bakalım karbon ayak izini?
Okulda olan biteni bir çırpıda anlatıp öğretmenimin verdiği ödevden bahsettim.
- Bir şeyler düşündün mü peki?
- Evet, yol boyu hem düşündüm hem gözlem yaptım. İşe etrafımdaki kaynakları israf etmeden kullanmak için yapılabilecekleri listelemekle başlayacağım.
- Süper fikir! Sadece israfı durdurmak da yeterli değil. Kaynakların tasarruflu ve verimli kullanımı da çok kıymetli.
- Verim ve tasarruf aynı anlama gelmiyor mu?
- Hayır, birbirinden farklı iki kavram. Kaynakların daha dikkatli ve idareli kullanılmasına tasarruf; belirli bir kaynağı daha iyi kullanarak daha fazla iş elde etmeye ise verimlilik denir.
- Sanırım farkı tam olarak anlayamadım.
- O zaman örnek vererek açıklayayım. Aynı işi daha az elektrik veya yakıt kullanarak yaptığımda tasarruf ederim. Bunu genellikle kaynakların tüketimini azaltarak yapabilirim. Gün ışığı varken evdeki ışıkları yakmamak gibi.
- Peki ya verimlilik?
- Hatırlıyor musun eski ampullerimiz yerine tasarruflu ampuller takmıştık. Yapılan iş aynıydı ancak tasarruflu ampul çok daha az enerji tüketiyordu.
- Şimdi anladım baba. Kaynakları israf etmemek için onlarca öneri sıralayabilirim artık.
- O zaman başla bakalım süper kahraman. Çıkacak ürünü çok merak ediyorum.
Odamdan boya kalemlerimi ve bir karton alıp mutfaktaki yemek masasının üzerine yerleştirdim. Kartonun ortasına “Kullandığımız Kaynaklar” diye bir başlık attım.
Dişlerimizi fırçalarken ve ellerimizi sabunlarken musluğu kapatmalıyız.
Sebze meyveleri yıkadığımız suyu, çiçek sulamak veya balkon yıkamak için kullanmalıyız.
Sifonu gereksiz yere çekmemeliyiz.
Sadece ihtiyacımız olan kıyafetleri almalıyız.
Daha uzun ömürlü olması için kıyafetlerimizi özenli kullanmalıyız.
Kullanmadığımız giysilerimizi giysi toplama kutularına bırakmalıyız.
Isı kaybı olmaması için binaların dış cephesine yalıtım yaptırmalıyız.
Isı akışını engellememesi için radyatör önüne koltuk koymamalıyız.
Kombinin ısısını gün içindeki hava sıcaklığına göre ayarlamalıyız.
Buzdolabını sık sık açmamalıyız.
Evimize Güneş enerjisi ile ısıtma sağlayan sistemler kurmalıyız.
Giyeceklerimizi tek tek değil biriktirerek topluca ütülemeliyiz.
Yiyebileceğimiz kadar ve küçük gramajlı ekmek satın almalıyız.
Yiyebileceğimiz çeşitte ve miktarda yemek pişirmeliyiz.
Artan yemekleri daha sonra tüketmek üzere doğru koşullarda saklamalıyız.
Kâğıdın her iki tarafını da kullanmalıyız.
Kâğıt tüketimini azaltmak için bilgilerimizi bilgisayar ortamında korumalı ve iletmeliyiz.
Kullanılmış kâğıtları geri dönüşüm kutularına atarak bunların yeniden kazanılmasına katkı sağlamalıyız.
Tasarruf önlemleri listesi uzayıp giderken öğretmenimizin “Alışkanlıklarınızdaki küçücük değişiklikler, Dünya için büyük etkiler yaratabilir.” cümlesinin ne anlama geldiğini de daha iyi anlamıştım. On yaşında bir birey olabilirdim ama Dünya için yapabileceğim birçok şey vardı.
Elbette, Dünya için yapabileceğimiz değişiklikler sadece benim çabamla sınırlı değildi; etrafımdakileri de harekete geçirmeliydim. Bunun için arkadaşlarımla kafa kafaya verdik. Aklımıza dâhiyane bir fikir gelmişti. İlham kaynağımız elbette Çınar Öğretmen’di. Okulda bir “Sürdürülebilir Moda” defilesi yapmaya karar verdik. Öğretmenimiz gibi biz de geri dönüştürülebilir kumaş, kâğıt, plastik ve atık malzemelerle çevre dostu kıyafetler tasarlamak için işe koyulduk.
Bir taraftan da okuldaki diğer çalışanları ve öğrencileri defilemize davet etmek için el broşürleri hazırladık. Defilenin yapılacağı yeri ve saati belirtip konuyla ilgili önemli bilgileri de özetledik. Defilemizin ana fikri olan sloganı ise kocaman harflerle yazdık. İşte sloganımız:
“KARBONU KÜÇÜLT YEŞİLİ BÜYÜT”’
Broşürleri kullanılmış kâğıtların arkalarına basarak çoğalttık, ertesi gün de tüm okula ve ailelerimize dağıttık. Defile günü gelip çatmıştı. Sahnenin arkasından bizi izlemeye gelen kalabalığı görünce heyecanım katbekat arttı. Tasarladığımız kıyafetler üzerimizde, defilenin başlamasını bekliyorduk. Sahneye önce öğretmenimiz çıktı. Defilenin amacı ile ilgili kısa bir konuşma yaparak bizi sahneye davet etti. Yanıp sönen sahne ışıkları ve müzik eşliğinde tasarladığımız çevre dostu kıyafetleri sırasıyla sergiledik.
Defilenin sonunda hayranlık dolu bakışlar yerini alkışlara bıraktı. Okul müdürümüz bize teşekkür etti. Diğer sınıflardan da çevre dostu kıyafetler tasarlamalarını istedi. Tasarlanan tüm kıyafetleri “Sürdürülebilir Moda Müzesi” adıyla okulun uygun bir bölümünde sergilemeyi teklif etti.
Kısa bir süre sonra tüm sınıflar hazırlıklarını tamamladı. Tasarlanan kıyafetler oluşturulan müzede yerlerini aldı. Bu müze okul sınırlarını aşarak daha geniş kitlelerde farkındalık yaratmamızı sağlayacaktı. Değişim için attığımız bu adım, etrafımızdaki kişilerin canlanmasını sağladı. Hem kendimle hem de okulumla gurur duyuyordum.
Keyifli, yorucu ama bir o kadar da öğretici günler yaşamıştık. Daha yeşil ve yaşanılabilir bir Dünya için çabalamaya ve karbon ayak izini yeşile çevirmeye kararlıydım. İnsanların doğaya bıraktığı tek ayak izinin toprağa bastıklarındaki iz olmasını dileyerek yatağıma uzanıp gözlerimi kapattım.
5. HİKÂYE: İLHAM KAYNAĞI
Basketbol oynamayı sever misiniz? Ben bayılırım. Hızlı düşünme, takım çalışması, yükseğe sıçrama. Hatta kimsenin sıçrayamadığı kadar yükseğe sıçrama... Bir çekirge gibi en yükseğe…
Bugün millî basketbol takımımızın maçı var. Böyle günlerde bizim evde hayat durur. Babamla patlamış mısır ve limonatalarımızı hazırlar, maçın başlamasını bekleriz. Maalesef 15 sene sonra babam bu maçları bensiz izleyecek; çünkü bu kez ben de ekranda olacağım. Millî basketbolcu olmak en büyük hayalim; ancak etrafa kalsa bu mümkün değil. Neden mi? Erkekler basketbolcu, kızlar voleybolcu olabilirmiş de ondan. Üstelik boyum da basketbol oynamak için çok kısaymış. Öyle diyenlere Amerikalı oyuncu Muggsy Bogues’i örnek veriyorum. Değirmenlere karşı savaşan Don Kişot gibi 1 metre 60 santimetrelik boyuyla dev oyuncuların korkulu rüyasıydı.
Kızlar da basketbolu erkekler kadar iyi oynayabilirler. “Kadın Basketbolunun Annesi” lakaplı Senda Berenson ve arkadaşları sayesinde kadınların basketboldaki yerinin en az basketbol tarihi kadar eski olduğunu biliyor muydunuz?
Türkiye basketbol tarihinin ilk kadın yıldızı Gülseren Gönül ise benim idolüm. Günümüzde basketbol oynayan kadınların sayısı bir hayli fazla. Oysa o dönemde yok denecek kadar azdı.
Maçın başlama vakti yaklaştıkça heyecanım tavan yapmıştı. Zamanın kaplumbağa hızıyla ilerlediği durumlar vardır ya; işte kalan o 15 dakika geçmek bilmiyordu. Sıkıntıdan televizyondaki alt yazıları okumaya başladım.
"Ülkemiz PA-RA-LİM-PİK olimpiyatlarda yüzmede şampiyon oldu.” cümlesini zor da olsa okumuştum.
-Baba patalimbik ne demek?
-Patalimbik değil tatlım paralimpik. İngilizce’de “engelli” anlamına gelen "paralyzed” ve "olympic” sözcüklerinin birleşimi ile “Paralympic” sözcüğü doğmuş. Görme, yürüme gibi engellere sahip olan kişilerin katıldığı olimpiyatlara denir. Nereden geldi şimdi bu aklına?
- Biraz önce alt yazı geçti de. Ülkemiz “yüzmede şampiyon…” olmuş diyemeden ekrana iki eli ve bir ayağı olmayan 19 yaşındaki millî yüzücümüz çıktı.
“İnanamıyorum!” dedi babam heyecanla. "Bu bizim Karin değil mi? Evet, ta kendisi, Karin Öcal.”
Boynuna pelerin gibi Türk Bayrağı takan yüzücüyü göstererek "Baba, kim bu Karin? Tam bir süper kahramana benzemiyor mu sence de?” dedim.
Babam da gülümseyerek "Bence bir süper kahramandan çok daha fazlası.” kızım dedi. Babam, bilmece gibi konuşmaya bayılırdı. Hâlâ Karin’in kim olduğunu ve nereden tanıdığını söylememişti. Meraktan çatlıyordum. "Bizim Karin” dediğine göre daha önceden tanıyordu belli ki onu.
Sonunda "Ablan senin yaşındayken Karin ve ailesi bizim karşı dairemize taşınmışlardı. Tesadüfen de ablanla aynı sınıfta okuyacaklardı. Karin çok pozitif, cana yakın, öz güvenli bir kızdı. Taşı sıksa suyunu çıkarırdı yani. Karin’in bu azmi, etrafındakileri de çok etkilemişti. Herkes ondan bir şeyler öğreniyordu. Benim de 1 numaralı öğretmenim olmuştu açıkçası.”
"Sana yüzmeyi mi öğretti?” dedim. "Hayır akıllım. Başkalarının olumsuz tavırlarını umursamadan sadece elinden geleni yapmaya odaklanmayı, azimli olmayı, bizden farklı olan insanlara ön yargılı olmamayı öğretti bana. Ön yargılı olmamak o kadar önemli bir mevzu ki! Einstein bile ‘Ön yargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.’ demiş. İşte bütün bu özellikler de onu şampiyon yaptı.”
- Ön yargılı olmak nedir baba?
- Birileri veya bazı durumlar ile ilgili önceden edindiğimiz olumlu veya olumsuz yargılarımızdır tatlım.
- Ben kızım ve kısayım diye basketbol oynayamayacağımı söyleyenler gibi!
- Bravo, leb demeden leblebiyi anladın yine. Ben de Karin’i tanımasam belki diğerleri gibi ön yargılı biri olabilirdim ama o bana bir insanın, isterse her şeyi yapabileceğini gösterdi.
- Nasıl yani? İki eli olmadığı halde saçını toplayabilir miydi mesela?
- Tabii! Kollarına geçirdiği lastikle aynı senin yaptığın gibi saçlarını kolaylıkla toplardı. Hatta anne ve babası çalıştığı için okuldan eve gelince kendine sandviç yapar, akşam yemeğinde salatayı hep o hazırlardı. Ağzım açık kalmıştı.
- Onun hakkında bu kadar çok şey bildiğine göre çok yakın olmalıydınız.
- Bu dedektif gibi iz sürme hâlini çok seviyorum kızım, biliyor musun? Evet, ailece görüşürdük. Sen daha bebek olduğun için hatırlamıyorsun tabi. Taşınmalarından çok zaman geçmemişti ki bir gün ablan, düşünceli bir şekilde eve geldi. Çünkü o gün sınıfta bazı arkadaşları Karin’e ön yargılı davranmışlardı. Ablan, Karin’in kalbinin kırıldığını hissetmişti. Hem yeni bir semte hem de yeni bir okula alışmak zaten zordu. "Gel ona yalnız olmadığını gösterelim.” dedim. İşte o gün dostluğumuzun başladığı gün oldu. Ailece onlara gittik. Ablan ve Karin saatlerce oyun oynadılar. Ablan o gün Karin’in diğer arkadaşlarından bir farkı olmadığından emin olmuştu. Karin sınıfta yalnız değildi artık. Zaten kısa süre sonra diğer arkadaşları da onun kişiliği ve yeteneklerini görünce onu çok sevdiler. Karin, birçok insanın fikirlerinin değişmesini sağlamıştı. Başarıları ve kişiliğiyle de yakın zamanda sınıfın en popüler öğrencilerinden biri olmuştu.
- Peki, sonra ne oldu? Neden gittiler? Başkalarının ön yargılarına mı dayanamadılar?
- Yok, hayır. Babasının işi sebebiyle başka bir semte taşınmak zorunda kaldılar.
- Peki, paralimpik yüzücü olmaya nasıl karar verdi?
- Seneler önce beden eğitimi öğretmeninin verdiği proje sayesinde. Engelli yüzücülerle röportaj yapmak için gittiği kursta bir yüzme antrenörü ile tanışmıştı. Röportaj yapmak için havuza gittiklerini düşünürken yeni tanıştığı antrenör “Yüzme biliyor musun?” diye sorarak ona bir mayo, gözlük ve bone uzatmıştı. İlk yüzme tecrübesinin ardından da “Artık bizimlesin” diyerek onu ekibe katılmaya ikna etmişti. Hadi, bu kadar çene çalmak yeter. Maç başladı bile. Sen patlamış mısırları getir, ben de limonataları…
Maçı izlerken aklım hâlâ Karin’deydi. Maç boyunca acaba benim de hayatımda ön yargılı davrandığım durumlar var mı diye düşündüm durdum. Varsa, bunlarla nasıl mücadele edebileceğimi düşünerek ön yargısız, herkesin değerli hissedeceği, daha az mücadele ve daha çok eşitlik olan bir dünya diledim içimden.
Aylar sonra babam gazeteyi karıştırırken Karin’in ülkemizin ilk engelli millî antrenörü seçildiğini gururla okudu. Verdiği röportajda şöyle diyordu. “Yardımcı olduğum kişilerin başarılarını görmek benim için yeterli. Her insanın hayatına dokunan bir öğretmeni var. Benimki beden eğitimi öğretmenim oldu. Şimdi ben de başkalarının hayatına dokunmaya çalışıyorum.”
Engellerin aşılabileceğini tüm dünyaya kanıtlaması Karin’i yeni ilham kaynağım yapmıştı.
Okuvaryum Sesli Hikayeler
Beispiel-Skripte Alle
0) ? window.innerWidth : screen.width;">